Kırım’dan İstanbul’a sadece on rubleyle gelen bir aile nasıl bir bisküvi imparatorluğu kurdu?
Kırım’dan İstanbul’a sadece on rubleyle gelen bir aile nasıl bir bisküvi imparatorluğu kurdu? En çok bildiğimiz markalardan birinin ismi neden bir eski romandan geliyor? Daha onlarca soruya cevap... Gazeteci Hulûsi Turgut’un kitabı Sabri Ülker’in bilinmeyen macerasını anlatıyor
Aranızda melodisini bilmeyen var mıdır? “Önce güneş hava su, sonra bol gıda gelir...” Radyolarda, televizyonlarda on yıllarca dönüp duran bu sözlerin devamını her kuşaktan memleket insanı bir çırpıda hafızasından bulup çıkartır: “Akşama babacığım, unutma Ülker getir...”
Gazeteciliğin duayen isimlerinden Hulûsi Turgut, epey zahmetli bir işe soyunup, bu reklamı mümkün kılan Sabri Ülker’in romanlara konu olabilecek yaşamöyküsünü son yüzyılın siyasi ve toplumsal tarihiyle paralel bir şekilde anlatmış (Sabri Ülker’in Hayat Hikâyesi – Akşama Babacığım Unutma Ülker Getir, Doğan Kitap). 732 sayfalık bu epey hacimli kitapta ‘bir rol model öyküsünü kaleme aldığını’ söylüyor Turgut.
İstanbul’a 10 rubleyle geldiler
O rol model, 1920’de Kırım’da doğup, 2012’de 92 yaşında İstanbul’da vefat eden Sabri Ülker. Anlatılan onun öyküsü... Ama bu öykünün arkasında sürekli genişleyerek ilerleyen bir başka öykü daha duruyor. Yakın tarihteki tüm sıkıntılardan payını fazlasıyla almış, dört ayrı savaşın hırpaladığı bir aile... Kırım’dan Türkiye’ye uzanan zorlu bir göç... İkinci Dünya Savaşı’yla baş gösteren kıtlık ve yokluk döneminde ilkel bir makine ve üç kişiyle yola çıkmasına rağmen; bugün yurtiçi ve dışındaki tesislerinde 41 bin kişiyi istihdam eden, 70 yaşına ulaşmış, Türkiye ve başta ABD, 9 ayrı ülkede 60 fabrika açmış, sadece gıda alanında 300 marka üretmiş bir firma... Neredeyse sıfırdan zirveye bir Hollywood senaryosu...
Şimdi o sıfır noktasının da öncesine gidelim. 1800’lü yılların sonunda Kırım’daki Türk nüfusunun tanınmış ailelerinden ‘Devletler’ ailesine mensup Hacı İslam isimli genç, yani Sabri Ülker’in babası, eğitimini tamamlamak için geldiği Türkiye’de yine Kırım asıllı bir genç kızla (Şakire Hanım) evlenip Çorlu’nun Karamehmet Köyü’ne yerleşti. Aile, hayatlarına eşlik edecek uzun savaşlar tarihine ilkin burada yakalandı. Balkan Savaşı patlak verdiğinde, ilerleyen Bulgar ordularından kaçan yüz binlerce göçmenle birlikte İstanbul’a sığındılar. Kırım’a dönme kararı çıkmıştı.
Hacı İslam Bey, Kırım’da da Türkiye’deki gibi öğretmenliğe devam etti. Ancak bu defa önce Birinci Dünya Savaşı, ardından da Bolşevik Devrimi, ‘Devletler Ailesi’ne zor günler yaşatacaktı. Devrimden üç yıl sonra Sabri Ülker dünyaya gelirken, Kırım Türkleri yeni rejimle karşı karşıya kalmıştı bile. Hacı İslam Bey’in hayatı artık ya hapiste ya da dağlarda saklanarak geçiyordu. Devletler ailesi yeniden ama bu defa genç Türkiye Cumhuriyeti’ne gitmeye karar verdi.
Kırım’da varlıklı bir hayat sürüyorlardı. İstanbul’a gitmek için her şeylerini satıp altına çevirdiler. Ne var ki yanlarına aldıkları bir yorganın ve bir eteğin içine saklanan tüm bu birikim bir anda buhar olup uçacaktı. Sibirya’ya sürgün tehdidiyle karşılaşınca, son anda yorganı da eteği de bir duvar dibine bıraktılar. Üzerlerindeki nakit paraya da gümrükte el konunca artık hiçbir şeyleri kalmamıştı.
Önce marka sonra soyadı
Oğlu Murat Ülker anlatıyor: “Ülker Bisküvileri piyasaya çıktıktan bir süre sonra, müşterilerden firmaya sipariş mektupları gelmeye başlamış. Zarfların üzerinde de ‘Asım Ülker’ veya ‘Sabri Ülker’ isimleri yer alıyormuş. Yani müşterilerimiz, markamızı, soyadı zannetmişler. Babamdan işitmiştim; görüştüğü yabancılar da kendisine ‘Mr. Ülker’ diye hitap ediyormuş.”
Gerisini Sabri Ülker’in kendi sözlerinden aktaralım: “Ağabeyimin, ‘Yolda yiyecek bir şeyimiz yok. Yol da bir hafta sürecek. Şileple gidiyoruz’ demesi üzerine, paramızdan 10 ruble iade ettiler. İstanbul’a geldiğimizde, şamandıraya bağlanan gemiden çıkmak için sandal paramız yoktu. Ne var ki, anne tarafından akrabalarımız bizi karşılamaya çıkmışlardı.”